FILM
Ocean’s Eleven
L
ana ve Lilly Wachowski’nin çektiği 1999
yapımı The Matrix, sinema salonlarında büyük
ses getirmiş ve yıllarca adından söz ettirerek
ismini kült filmler arasına yazdırmayı
başarmıştı. İçerisinde Jean Baudrillard’ın
Simülakrlar ve Simülasyon kitabından bolca alıntının yer
aldığı film kimilerine göre “manyak bir aksiyon filmi” olsa
da felsefi derinliğiyle daha çok ön plana çıkıyordu. İlk
filmden 4 yıl sonra 2003 yılında The Matrix Reloaded ve
The Matrix Revolutions filmleri de vizyona girdi ve bu iki
film ilki kadar başarılı olmasa dahi üçleme tamamlanmış
oldu. Mart ayına geldiğimizdeyse bütün haber sitelerinde
“Matrix yeniden çekiliyor”, “Keanu Reeves’siz Matrix
geliyor”, “Matrix hakkında bilmediğiniz gerçekler”,
“Matrix, full izle, HD izle” (yok, sonuncusu haber sitesi
değildi) tadında yazılar gördük. Evet, “mavi mi kırmızı mı”
sorusuyla akıllarımızın bir köşesinde duran film geri
dönüyor. Açıklamayı X-Men: The Last Stand, The
Avengers ve Elektra gibi filmlerin senaristi Zak Penn yaptı
ve sinema gündemi bir anda değişti. Ancak yeniden
çekilecek The Matrix ile ilgili hayranlarını en çok üzen
detay Keanu Reeves, Laurance Fishburne, Carrie-Anne
Moss gibi oyuncuların ve Lilly ile Lana Wachowski’nin
isimlerinin projede geçmemesi oldu. Şimdilik ekibe dair
net bir açıklama yapılmasa da The Matrix’in yeni filminin
başrolünün Creed filmiyle adını duyuran Michael B.
Jordan’a emanet edileceği düşünülüyor.
Peki bir filmi yeniden çekmek hata mı?
Bırakalım ilk film hafızalarımızda olduğu gibi kalsın
diyenlerden misiniz yoksa yeniliğin her zaman iyi
olduğunu savunanlardan mı? Yeniden çekilen filmlere
baktığımızda bu soruya net bir cevap verebilmek biraz zor.
Çünkü karşımızda Martin Scorsese’nin The Departed’ı gibi
oldukça başarılı bir yapım da var; zaten Alfred Hitchcock
çekmiş sen neden uğraştın dedirten 1998 yapımı Psycho da.
Sen sus milyon dolarlar konuşsun
2017 yılının başında vizyona giren filmlere baktığımızda
Beauty and the Beast’in hem gişe hasılatı bakımından hem
de eşcinsel sahnelerin bazı ülkelerde sansürlenmek
istenmesi gibi birçok olayla ön plana çıktığını görüyoruz.
Disney’in bu popüler filmi 1991 yapımı animasyon film
Beauty and the Beast’in yeniden çekimi. Ancak bu kez
animasyon bir kenara bırakılarak ‘gerçek’ oyuncuların yer
aldığı bir masal atmosferi yaratılmış. Film, başrolünde olan
Emma Watson’ın popülerliğinden eşcinsel sahneleri
yüzünden sansürlenmesine kadar birçok konuyla gündemi
meşgul etmeyi başardı ve yıllar önce vizyona giren ve çok
sevilen bir animasyonun izleyicilerini -yaşları her ne kadar
büyüse de- sinema salonlarına çekmeyi başardı. Film,
günümüzdeki çocukların gözünde Emma Watson’ı en
büyüleyici Disney prenseslerinden biri haline getirdi.
Filmin karakterleri için oyuncaklar yenilendi ve film
karakterlerine daha da benzetilerek piyasaya sürüldü. Tüm
bu popülerliğin filmin yapımcısını son derece mutlu
ettiğini söylemek zor olmaz. Çünkü film vizyona girdiği ilk
hafta sonunda 165 milyon dolar hasılat elde etti.
Amerika’da uzun bir süre zirveyi kimseye bırakmayan film
diğer ülkelerde de kendine birçok salonda yer buldu ve
milyonlarca izleyiciye ulaştı.
O kadar film varken niye ben?
Bir aile tatile çıkar ve kasabada tanıştıkları iki gizemli
adam kendilerini esir alır ve onlarla türlü ‘oyunlar’
oynayarak haya tlarını cehenneme çevirir... Michael
Haneke’nin filmi Funny Games’ten bahsediyorum (Funny
Games’i kendi yorumuyla kapağa taşıyan Melih Çebi de
filmin büyük hayranlarından). 1997 Avusturya yapımı
film, senaryosu, görüntü yönetmenliği ve karakterlerin
işlenişiyle “tam” bir filmdi. Ancak 2007 yılına geldiğimizde
Haneke bu filmin Hollywood versiyonunu çekti ve
başrollere de Naomi Watts, Tim Roth ve Michael Pitt gibi
oyuncuları yerleştirdi. İlk Funny Games’i hiç izlememiş
olsaydık Hollywood versiyonunu sevebilirdik, ancak ilk
filmi çoktan izlemiştik. Başka bir yönetmen filmin yeniden
çekimini yapsa belki daha az eleştiri alırdı ancak iki
versiyonu da Haneke’ye ait olunca ister istemez daha ciddi
bir kıyaslama oluyor.
Günümüzde dahi pek çok filme ilham veren, meşhur
duş sahnesine pek çok dizi ve film aracılığıyla gönderme
yapılan Psycho, korku sinemasının efsane yönetmeni
Alfred Hitchcock tarafından 1960 yılında çekilmişti. Film
pek çok yönden kusursuzdu. Senaryosunun akıcılığı
oyuncu seçimi, kamera kullanımı... Filmdeki her bir detay
Alfred Hitchcock’un başarılı bakış açısıyla ortaya
koyulmuştu. Ancak takvimler 1998 yılını gösterdiğinde
Good Will Hunting ve Milk gibi oldukça başarılı filmlere
imza atmış olan Gus Van Sant, Psycho’yu yeniden çekmek
gibi bir hataya düştü. Film taklitten öteye gidemedi ve
Hitchcock’un filminin yanında son derece sönük kaldı.
Andrei Tarkovsky sinema tarihinin en başarılı
yönetmenlerinden biri olarak kabul edilir, hatta
yönetmenin filmi günümüzde dahi sinema derslerinde
incelenir. Stanislaw Lem’in romanından uyarlanan 1972
yapımı Solaris yönetmeninin en önemli filmlerinden biri
olarak kabul edilir. Ancak yıl 2002 olduğunda -nasıl böyle
bir hata yaptığı anlaşılmasa da- Steven Soderbergh,
Solaris’i yeniden çekti. Yönetmen başrole George Clooney’i
yerleştirse de maalesef başarılı olamadı
Soderbergh demişken...
Tarkovsy’nin filminin yeniden çekimini yapması hataydı
ama “Sezar’ın hakkı Sezar’a” demişler. Yönetmenin 2001
yapımı Ocean’s Eleven’ına değinmek lazım. George
Clooney, Brad Pitt, Matt Damon, Andy Garcia ve Julia
Roberts gibi Hollywood’un en popüler isimlerini kadroda
toplamayı başaran yönetmenin Ocean’s Eleven’ı da bir
yeniden çekim. Çok kişi tarafından bilinmese de (yoksa
biliyor muydunuz?) Ocean’s 11 filmi ilk olarak 1960 yılında
çekilmişti. 2001 yapımı filmin efsane bir kadrosu var
demiştik ama 1960 yılındaki filmde de o dönemin en
popüler isimleri yer alıyordu: Frank Sinatra, Dean Martin,
Sammy Davis Jr., Angie Dickinson... İlk film Frank Sinatra
isminden de anlaşılacağı üzere müzikal türündeydi. Ancak
2001 yılına geldiğimizde karşımıza daha güzel bir olay
örgüsüne sahip yepyeni bir aksiyon filmi çıkmıştı. Mizah
ögesini de filme güzel bir şekilde yediren Soderbergh
ortaya kesinlikle güzel bir iş çıkarmayı başardı. Hatta ilk
filmden çok daha iyiydi desek buna itiraz edecek pek bir
kişi çıkmaz sanıyorum.
Birinci belli, ikinci kim?
Son dönemde yeniden çekilen filmler arasında en büyük
hayal kırıklığı yaratan film -her ne kadar tartışmaya açık
bir konu olsa da- Ghostbusters oldu. Ivan Reitman
yönetmenliğinde çekilen 1984 yapımı Ghostbusters,
başrollerinde yer alan Bill Murray, Dan Aykroyd ve
Sigourney Weaver gibi oyuncularla çok sevilmiş ve kült
filmler arasına adını yazdırmıştı. 2016 yılına
geldiğimizdeyse ekibi kadınların oluşturduğu yeni bir
Ghostbusters filmi çekildi ve başrol Melissa McCarthy,
Kristen Wiig, Leslie Jones ve Kate McKinnon gibi popüler
kadın oyunculara emanet edildi. Film vizyona girmeden
önce ön yargılarla boğuştu ve filmin fragmanı YouTube’da
en çok ‘dislike’ alan fragman olarak tarihe geçti.
Önyargılardan ve ‘dislike’lardan uzak durmayı başaran
kişiler filmi izledi, ancak sonuç pek tatmin edici değildi.
Komedi filmleriyle adını duyuran ve 2016 yapımı
Ghostbusters’ın da yönetmeni olan Paul Feig, tüm olumsuz
yorumlara rağmen filminin arkasında durdu ve kadın
başrollerden oluşan başka yeniden çekimlere ve/veya
yepyeni filmlere imza atacağını dile getirdi.
Ancak bu filmdeki sorun oyuncuların kadın olmasından
kaynaklanmıyordu. Filmin gerek senaryosu gerekse işlenişi
yeterince sevilmedi ve 1984 yapımı filmin çok gerisinde
kaldı. Herkes tarafından kabul görmüş ve dünyanın her
yerinde büyük bir hayran kitlesi oluşturmuş kült bir filmi
çekmek pek de doğru bir karar olmuyormuş, değil mi?
41